L. Rubempre L. Rubempre

üç

Genç adam gözlerini terk edilmiş bir tren vagonunda açtı. Şehre epey uzak bu bölgedeki tek yaşam belirtisi, birkaç yüz metre ilerideki hurdalıktan gelen takırtılardı. Dayak yemiş gibi sersemlemişti. Doğrulurken vücudunun her yeri ağrıyor, eliyle çene kemiğini yokluyordu. Güç bela kalkabildi. Kaç gündür burada olduğunu, onu buraya kimin getirdiğini, hatta neredeyse kim olduğunu dahi hatırlamayacak haldeydi. Karnı gurulduyordu.

Ayak bileğine kadar ıslandığını hissetti. O zaman tavanındaki deliği ve oradan içeri dolan yağmur suyunu fark etti. Vagon rutubet ve pas kokuyordu. Yataklı vagonun yataksız ranzasının kırılmış demirinin üzerinde bir kedi ton balığı konservesini yalıyordu. Adam masadaki, mumları yarıya kadar erimiş şamdanı kaptı ve kediye fırlattı. Kedi can havliyle açık pencereden dışarı kaçtı. Tepmesiyle konserve suyun içine düşmüştü. Adam eğilip konserveyi ararken köşeye atılmış cesedi fark etti.

Tam o anda dışarıdan tiz bir fren sesi duyuldu. Yanaşan arabanın dört kapısı art arda tok bir sesle kapandı.

Read More
L. Rubempre L. Rubempre

bir

Tipik bir haziran ayıydı. Olağandışı hiçbir hava ve gök olayının olmadığı, haberlerin yerel etkinliklerden başka bir şey göstermediği, sakin geçen yirmi günün ardından yirmi birinci gün alışılmadık bir kamyonet şehrin tek hastanesinin önünde durdu. O kamyonet il sınırlarına girdiğinden itibaren şehir, etine bir bıçak sokuluyormuşçasına irkilmişti; ve nihayet bıçağın tamamı ete gömüldüğünde araba asıl olay yerine, ilçeye giriş yaptı. Hiçbir kan sızıntısı yoktu. Ta ki katil, bıçağı çekip çıkarana kadar. Ama yıllar boyu bıçak hep gömülü kaldığından kimse fark edememişti.

Arabanın kendisi kadar içinden inen kadın da alışılmadık biriydi. Zamanın ötesinden mi berisinden mi geldiği bilinmez ama kesinlikle bu zamana ait biriymiş gibi görünmüyordu. Beyaz kot pantolonu, kahverengi botları, çene hizasındaki saçları, modaya ne kadar uymasa da normal görünüyordu. Ama bu kadının aldığı nefeste, adımlarında, salınışında, bakışında, varlığının tamamında tekinsiz bir şeyler vardı. Öyle güçlü ve negatif bir enerji yaymaktaydı ki bunu hissetmemek imkansızdı. Hani ölü olsan bile kurtulamayacağın türden, güçlü bir enerjiden söz ediyorum.

Güneş gözlüklerini çıkardı ve çevresine bir göz attıktan sonra sokağın karşısındaki hastaneye girmek üzere yürümeye başladı.

Danışmadaki görevliye bir kimlik fotokopisi uzattı. Görevli gözlerini kadından ayırmadan belgeyi aldı. Birkaç saniye sonra kendine gelerek belgeyi kontrol etti. Heceleyerek ve gittikçe duyulmaz bir sesle fısıldadı kimlikteki ismi.

“Evet, hatırlıyorum, geçen hafta vefat etmişti.”

Görevli içindeki burukluğu gizleyemedi, başı öne düştü, derin bir iç çekti. Bunun nedeni bir hafta boyunca ölen kadını almak için kimsenin gelmemesiydi. Hastanede böyle olaylar çabuk duyulurdu. Her gün neler olduğunu takip eden hastane çalışanları bu kadının akıbetini de merak ettiklerinden gelişmelerden sürekli haberdarlardı. Gel gelelim pek bir gelişme de olduğu yoktu. Bu kadının birden çıkagelmesi çok şaşkınlık yaratmıştı elbette.

“Anneniz miydi?” diye içtenlikle sordu görevli.

Sema yalnızca ve resmiyetle adını söylemekle yetindi.

“Sema Karasoy.”

Görevli üstelemedi. Bolca Mercan Karasoy isminin geçtiği birkaç telefon görüşmesinden sonra onu hastanenin morguna yönlendirdi. Sema başka bir şey söylemeden dışarı çıktı.

 

Morg hastanenin arka tarafında kalıyordu. Yerin altında çıkışsız bir tünel gibiydi. Aslında depo olarak kullanılan bir yere benziyordu. Eski ofis sandalyeleri her yerdeydi, artık kullanılmayan tıbbi cihazlar ve parçalanmış bilgisayarlar, tekerlekleri kopmuş sedyeler, bir sürü oksijen ve çeşitli tıbbi gazların boş tüpleri, mobilyalar ve tüm bu şeylerin arasında devasa bir buzdolabını andıran morg duruyordu. Bütün bu dağınıklık ve karmaşa semanın ilgisini annesini görmekten daha çok çekiyordu. Çevresini izlemeyi olan biteni gözlemlemeyi severdi. Hayatı boyunca bir seyirci olmayı istemiş ve neredeyse hiçbir zaman aktif biçimde hayata dahil olmayı istememişti. Bu yüzden de normal insanların rahatça yapacağı, belki görev olarak gördüğü bu tür zorunlulukları yapmakta çok zorlanıyordu. Buraya gelebilmek için kendisini bir hafta boyunca ikna etmesi gerekmişti.

“Çok zor bir şey değil Sema. Anneni oradan aldırıp defnettireceksin hepsi bu.”

Sonra biraz rahatlıyordu. Fakat sonra bir başka biçimde kendini iknasından vazgeçiriyordu.

“Ne diye uğraşıyorsam. Başkası yok mu sanki? Abim, teyzelerim, dayılarım…”

 Kendisinden önce morga giren görevli kapıyı açtı. Ölüyü hazırladıktan sonra birkaç dakika dışarıda bekleyen Sema’yı içeri çağırdı. Hayatı boyunca bunu ilk defa yapacaktı. Bugüne kadar bir ölüyle yüz yüze gelmemişti; üstelik bu, annesiydi.

Kafasında sorular mermi gibi vızıldıyordu. Görüntüler peşi sıra akıyordu: annesinin nasıl öldüğünü bilmiyordu, sormamıştı; bütün halde miydi, yüzü tanınır mıydı, mosmor muydu? İzlediği tüm filmlerdeki sahneler aklına geldi. Olabilecek en kötüsüne kendini hazırladı.

Derin bir nefes aldı ve tuttu. İçeri girdi, kapı ardında kapandı. Sesler sustu. Görüntüler kayboldu. Beklediğinin aksine oda sapsarıydı. Floresan seğirmiyor, her şey sabit duruyordu. Masada yatan her şey ölümün katılığıyla donmuş gibiydi.

Sema yanağında donan bir damlanın serinliğini hissetti. Ağlamıştı ve farkında değildi.

Read More
L. Rubempre L. Rubempre

iki

Gömüldüğüm zamanı kestirmek çok güç. İçine özenle yatırıldığım ahşap sandık, tabutum, çoktan eriyip gitti. Yüzüme akan toprakla uyandım o gün korkuyla. Hala karanlık, soğuk ve sessizdi mezarım. Birkaç böcek kıpırdıyor ve toprak homurdanıyordu yalnızca. Öyle korkmuştum ki zamanımın geldiğinden, ölmekten… Sürekli tetikte, kendimi kontrol ederek yaşıyordum toprağın altında. Yaşıyorum diyorum zira kaç yıl yatarsam yatayım bu mezarda bir türlü ölü olduğuma alışamıyordum. Zamanım dolmadan biri beni bulsun diye her gün yalvarışla bekliyordum.

Sonra, yıllar ve yıllar sonra yeniden uyandım. Kendiliğinden, pat diye. Belli ki dünyanın altındaki sessizlikti beni uyandıran. Bütün o uğultular, çıtırdılar, dünyanın ninnisi gibi gelen hışırtılar bitmiş ve içimde beliren huzursuzluk beni tekrar uykumdan etmişti.

Gözlerimi açtığımda, daha doğrusu açmaya çalıştığımda bir süre zorlandım. Çünkü karşımdaki toz bulutu gözlerimi yakıyor, kamaştırıyordu. Kapkaranlık yeraltı gün gibi ortadaydı. Bir süre sonra alıştım ve gözlerimi açtım. Onlarla konuştuğumda birkaç on metre ileriye gömülen bir küp altından saçılan toz taneleri olduklarını anladım. Daha ilginci ise kendimin de altından olduğunu o vakit anladım. Altından bir anahtar…

 

Yıllardan ve günlerden haberim olmadan kim bilir ne çok zaman geçmişti. Yerkürenin titreşimlerini duyamıyordum artık. Toprağın altı da günden güne ıssızlaşıyor, daha da sessizleşiyordu. Beklemekten yorulup uyuyakaldığım her seferinde hala hayatta olmanın hayal kırıklığıyla uyanıyordum. Bir süre sonra tamamen terk edildiğimi ve unutulduğumu kabullendim.

 

Altın tozlarıyla biraz daha aydınlanmış olsa da hala aynıydı mezarım. O zamanlar hala inancım vardı. Yüzeye yakın hissediyordum. Üzerime çok fazla zaman ve katman binmemişti sanki. Ama bir gün sıcaklık artmaya başladı. Çok değil ama birkaç derece de olsa hissetmeye başlamıştım. Sonra korkularım yeniden meydana çıktı. Canlılığa ya da ölüme dair her şey birer birer siliniyordu. Battıkça batıyor yeniden karanlığa doğru gömülüyordum.

Derken bir gün yeniden uykumdan uyandım. Fakat bu defa beni uyandıran ışık daha parlak, daha sıcak, daha yumuşaktı. Toprağı eşeleyen metalik bir el nihayet bana rastlamış ve dokunmuştu. O elin sertliğini ve soğukluğunu hiçbir zaman unutmayacağım…

Read More